“Nevruz; Türk insanını birbirine kenetleyen, bağlayan, Ergenekon’da atalarımızın ruhlarıyla yanan bir ateştir.”
Dünyada bilenen en eski Türk bayramı olan Nevruz, M.Ö. 3. Yüzyıl’dan, Mete Han zamanından beri Türklerde var olan bir bahar bayramı geleneğidir. 21 Mart’ta Hunların milattan önceleri 21 Mart’ta hazır yemeklerle kıra çıktıklarını, bahar şenlikleri yaptıklarını, Çin kaynaklarından başlayarak çeşitli tarihi kaynaklardan öğrenebiliyoruz.
Türk dünyasının en eski ve tek ortak bayramı olan Nevruz/Ergenekon bayramı, dirilişin ve Ergenekon denilen yurttan çıkış tarihi gerçeği ışığı altında 4651. yılını kutladığımız “Nevruz/ Ergenekon” bayramı kutlu olsun.
Bütün bayramlar, dinî ve millî bir inanıştan, o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve tabiatın insanlara tesir eden bir olayından doğduğuna inanılır. Tabiat ile iç içe, kucak kucağa yaşayan, toprağı “ana” olarak vasıflandıran Türk’ün düşünce sisteminde “baharın gelişi” elbette önemli bir yere sahip olacaktır.
YENİ GÜN
Farsça “Yeni Gün” anlamına gelen “Nevruz” bahar bayramı, insan ruhunun tabiattaki uyanışıyla birlikte kutladığı bir bayramdır. Böyle bir bayramın, yani mevsimlerin değişikliğinden doğan özel günlerin, başka başka adlar altında birçok milletin sosyal hayatında yer aldığı da bilinmektedir.
Nevruz; çeşitli kültür çevrelerinde, farklı etnik gruplarda farklı bir muhtevaya ve anlama sahip olmuştur. Kültürler arasındaki iletişim sonucunda çeşitli kültürlere girmiş ve benimsenmiştir. Eldeki tarihi kaynaklardan hareketle en eski Türk adetlerinden, bayramlarından biri olduğu kesinleşmiştir. Yeni yılın başlangıcı, yenilik, coşku, canlanma gibi nitelikleri, hiç değişmeden günümüze kadar yaşadığı uçsuz bucaksız coğrafyalarda görülmektedir.
Gelenekler; tarihini kesinlikle tespit edemediğimiz dönemlerden; neden, niçin, nasıl gibi sorular sorulmadan atadan-oğul’a geçerek gelmiş, bu özelliğiyle de millet olma bağını güçlendiren en önemli unsurlardan biridir.
ORTAK KÜLTÜRÜ
Türklerde, “bir tabiat, var oluş, diriliş” bayramı niteliğinde kutlanan Nevruz’un ruhî atmosferini ve kadimliğini anlayabilmek için kültürümüzün yıpranmış, tozlu ve pek okunmayan eski sayfalarına bir göz atmamız gerekiyor.
Özellikle Türk Dünyasında millî bir bayram olan Nevruz da; Müslüman olan ya da olmayan çeşitli Türk toplulukları arasında asırlar öncesinden günümüze kadar farklı farklı şekillerde, ama aynı ruhla kutlanıla gelmiş Türk dünyasının ortak kültür mirasıdır.
Türk kültüründen kaynaklanan Ergenekon/Nevruz bayramı, her yönüyle Türk gelenek ve görenekleriyle zenginleşmiş ananevi ve temeli beş bin yıllık Türk tarihine dayalı milli bir bayramdır. Nevruz geleneği; Sünnilikle, Alevilikle ve Bektaşilikle doğrudan doğuş bağlantısı olmayan, İslâmiyet’ten çok öncelere giden bir gelenektir. Yani bir dinin veya mezhebin bayramı değildir. Bu nedenle de herhangi bir şekilde bir mezhep adına, bir din adına, bir etnik menşe adına bağlı gösterilmesi, istismar edilmesi bir ayrılık unsuru olarak takdim edilmeye çalışılması yanlıştır. Tarihin ve kültürün bütün gerçeklerine aykırıdır.
NOEL VE NEVRUZ
Örneğin; Hıristiyan âleminin dinî muhteva ile şekillendirerek “Noel Baba” sembolü ile karlar ülkesinden geyiklerin çektiği kızaklarla neşe ve ümitleri taşıdığı “Noel Bayramı”, “Nevruz” farklı bir örneğini teşkil eder. Bu kutlamalarda yine bahara duyulan özlem “çam ağacı” motifi etrafında şekillendirilmiştir. Aynı zamanda bir takvim değişikliğini de ifade eden bu kutlamalara baktığımızda, Türk’ ün kutladığı “bahar bayramı”nın da bir takvim değişikliğini yansıttığını görüyoruz. Burada dikkati çeken husus “baharın başladığı zaman”dır. Türk, bu takvim değişikliğini “toprağın uyandığı gün” ile özdeşleştirmiştir. Kışın ortasında baharı kutlamaz.
Milletleri ayakta tutan yaşatan o milletin örfleri, adetleri, gelenek ve görenekleri, kültürleridir. Bir milletin var olması, yaşaması kendi kültür değerlerini korumak, yaşatmak ve nesilden nesile aktarmakla mümkündür.
“Bilelim ki, kendi benliğine sahip olamayan milletler başka milletlerin şikârıdır. (avı)” diyen Atatürk, Bu nedenle yine “Gençlerimize, çocuklarımıza görecekleri eğitimin hududu ne olursa olsun en evvel ve her şeyden evvel kendi geleneklerine, millî ananelerine ve Türkiye’nin bağımsızlığına düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir” diyerek, özünden uzaklaşan Türk insanına kendi kültür kimliğini, kişiliğini, benliğini, hüviyetini kazandırmak hareketi hareketini başlatmıştır.
ATATÜRK VE NEVRUZ
Atatürk, 22 Mart 1922 tarihinde Ankara’nın Keçiören semtinde Nevruz şenlikleri düzenletmiş ve kendisi de bu şenliklerde hazır bulunmuştur. Atatürk’ün başlattığı bir hareket, zaman içinde savsaklanmıştır. Yıllarca hiçbir şey yapmadan, seyretmemiz ve önemsememiz nedeniyle bu geçmişten gelen Nevruz kültürümüze, birileri sahip çıkmaya yeltenmiştir.
Kendi kültür değerlerinizi unutup, Arap, daha sonra da batı kültürünü tercih etmemizden dolayıdır ki, kendilerine “delil ve altyapı yaratmak” isteyenler çıkmıştır. Bizi kültürsüzleştirip, kendilerine yeni bir millet yaratmak için tarihimize ve geleneklerimize gözlerini dikmişler ve “ tarih ve kültür hırsızlığına” yeltenerek bu konuda önemli mesafe kat etmişlerdir.
Nevruz, Türklerin (Göktürklerin) Ergenekon’dan demirden dağı eritip çıkmalarını, baharın gelişini, doğanın uyanışını temsil eder. Doğu Türkistan’dan Balkanlar’a kadar tüm Türk Kavimleri ve Toplulukları tarafından, M.Ö. 8. yüzyıldan günümüze kadar her yıl 21 Mart’ta kutlanır.
– TÜRKLER’İN ERGENEKON’DAN ÇIKIŞI
Altaylar’dan dünyaya; Bumin Kağan, kardeşi İstemi Kağan ile Ergenekon denilen etrafı sarp dağlarla çevrili yurtta 96 yıl sıkışıp kalan milletini, dağları eriterek Altaylar’dan indirmişlerdir. Onlara (asena) adlı dişi bir bozkurt yol gösterip, rehberlik etti.
Türk Kimliği: Ergenekon denilen yurtta oluştu. Ergenekon’dan çıkışı başaran Bumin Kağan, kardeşiyle Türk birliğini sağladı. Kurdukları Göktürk Devleti ile öyle bir prestij kazandı ki, bütün Türkçe konuşanlara TÜRK denildi. Millet ismimizin dayanağı da Göktürklerdir.
Ergenekon, Orta Asya’nın kuzey-doğu kesiminde Altay Dağları’nda bir vadinin adıdır. Sözlük anlamı “sarp dağ geçidi”dir. Çinlilerin T’u-kü-e (Tukyu) dedikleri, kendilerine Kök Türük (Göktürk) diyen bir Hun boyu, M.S. 400’e doğru Çin’in Şansı eyaletinin batı bölgesinde yaşıyordu. Başlarında Hunlar’ın Mete Hanedanı sülalesinden Aşına (Kurt) hükümdarları vardı.
Türkler, şeref adı “Oğuz Han” olan Mete’den gelmeyen hiçbir kişiyi meşru hükümdar kabul etmiyorlardı. Zira Türklerin ‘Kök Tengri’si (Gök Tanrı) yalnız Mete soyuna “kut” vermiştir. İlk Osmanlı tarihçileri, önce Kayıhan boyundan olan Osman oğullarını “Oğuz Han” soyu, yani Mete torunu olduklarını özenle vurgulamışlardır.
Çin İmparatoru Tay-vy (saltanatı 424-451), Kök Türüklerin “Tsiu-kiu-şi” dedikleri “Aşına Uruğunu” kılıçtan geçirdi. Sadece 500 aile, Altay Dağları’na sığınıp kurtuldu. Altaylar’da Ergenekon vadisine sığınanlar vadi girişini kayalarla kapattılar. Kendilerini bulamayan Çinliler geri döndüler.
Çin’in Şansı eyaletinin batısında, Altay Dağları’na kuzey-batıya doğru 2.200 kilometre Ergenekon denilen bu yurtta, Göktürkler, demir madeni buldular ve demiri işleyip silahlandılar.
– ERGENEKON EFSANE DEĞİL GERÇEK
Bu olay 439 yılında geçti. Bu tarihte; Çinlileşmiş Türk asıllı, Tabgaçlar, Kuzey Liang hanedanı, Çin’in bu kesiminde imparatorluk kurmuşlardı. Kendileriyle aynı sülaleden gelen Göktürkleri kılıçtan geçirdikleri anlaşılır.
Özetlenen bu olay, İslam dönemi tarihlerinde yazıldığı şekliyle; Türklerin bir destanı, yani efsane sanılıyordu. 1864’te Fransız Sinologu (Çince bilgini) Stanislas Julien, 6.000 ciltlik “Pien-o-tien” adlı Çin kronikinde (yıllık), bu olayı bulup Fransızcaya çevirince, “Efsane değil, tarihi ve gerçek bir vak’a” olduğu anlaşıldı. Bilindiği gibi Çin kronikleri yıl yıl tutulduğu için, verdikleri bilgi kesindir. (StanislasJulien, Documents Historiques sur lesTou-kious T(Turcs), journalAsiatique, Paris 1864, VI. Seri, cilt II, s.348-9, tam tercümenin metni: III, 325-67, 490-549, IV, 200-42, 391-430, 453-477).
Türk milletinin ilk göçü olan Ergenekon’dan çıkış, 535 yılında gerçekleşmiştir. Bu durumda Türkler, Ergenekon’da Büyük demir madeninin hemen yanı başında 96 yıl, yani 3 nesil yaşayarak çoğalmışlardır. Ergenekon’a girişlerinde başlarında bulunan Bilge Şad, Ergenekon’da ölünce yerine oğlu Tavu Şad geçti ve önce yabgu (kral), sonra uluğ-yabgu (büyük kral) unvanlarını aldı. Tavu’nun ölümünden sonra yerine oğlu Bumin geçti.
– ERGENEKON’DAN ÇIKIŞ
Bumin Kağan, elinde örs, çekiçle demir dövdü. Demirden dağlar ateşte eritilip yol açıldı. Ama geçitler bitip tükenecek gibi değildi. Bumin, yanında at süren kardeşi İstemi, kâh kucağında, kâh atının önünde gizli geçitleri bularak geçiren Bumin’in evcil dişi kurdu “Börte-Çine”, kutlu bir günde Ergenekon vadisinden çıktılar.
Bumin, Kağan (hakan) unvanını alarak Ergenekon’u boşalttığı tarih 552 yılıdır. Bu tarih aynı zamanda Göktürk döneminin başlangıcı oldu. Bumin Kağan, kardeşi İstemi Kağan’la tarihte az görülen bir uyum ve âhenk içinde çalışarak Japon Denizi’nden batıda Kırım’a, kuzeyde Sibirya’dan güneyde Himalayalar’a kadar yüzölçümü yaklaşık 18 milyon kilometrekare olan büyük bir cihan devleti kurdular. Bir buçuk asır sonra Bumin neslinden İlteriş Kutlu ve Kapgan Kutlu kardeşlerle Bilge Kağan ve Kül Tegin kardeşlerin ahenkli çalışmaları bu devlet daha da yüceldi.
-TÜRKÇEDE BİRLEŞTİLER
Göktürkler, Türk tarihinin dönüm noktası ve gerçek tarihimizin başlangıcı olduğunu söyleyen tarihçiler de vardır. Osmanlı Cihan Devleti’nin temeli, uzak ve bambaşka bir coğrafyada çok sağlam şekilde Orhan Bey-Alâeddin Bey ve Süleyman Paşa-Sultan Murad kardeşlerin çok ahenkli çalışmaları ile atılmıştır. Kardeş kavgası başlayınca devlet, devlet olmaktan çıkmaya yüz tutmuştur.
Millet ismimizin dayanağı da Göktürklerdir. Göktürklere kadar Türkçe konuşan her kavmin, her boyun, her oymağın ayrı isimleri vardı, o isimlerle anılırlardı: Hunlar, Avarlar, Tabgaçlar, Uygurlar, Karluklar, Usunlar, Kanglılar gibi..
Göktürk Devleti ve hanedanı tarihte öyle bir saygınlık ve önem kazandı ki, artık bütün Türkçe konuşan halklara Türk dendi. “Göktürk” adının “Semavi Türkler” manasında iddialı bir şeref adı olduğu açıktır.
Ergenekon’a mağlup bir Hun boyu olarak sığınmış Türkler, O cendereden bir asır içinde şuurlanarak Göktürk kimliği ile yeniden tarih sahnesine çıktılar. Batılı birçok Avrupalı tarihçi, Göktürkleri Osmanlıların gerçek atası, öncüsü, mürşidi ve müjdecisi tabirini kullanmışlardır.
ZOR DURUMDA KALIŞIN SEMBOLÜ
Genç nesiller yoğun bir şekilde “Ergenekon”un ne olduğunu soruyorlar. Yukarıda vermeye çalıştığım bilgiler doğrultusunda cevap: Ergenekon Türk yurdunun adıdır.
Ergenekon’a Girme; edebiyatımızda, Türk’ün cendereye girmesi, tıkanıp kalmasıdır. Ergenekon’dan çıkış ise; Türk’ün eski varlığına, büyüklüğüne dönmek için yaptığı tarihî hamledir. Bu bakımdan Mütareke döneminde (1918-1922) Anadolu’nun işgal altında bulunmayan bölgesi “Ergenekon”a benzetilmiştir. Büyük romancılarımızdan Yâkub Kadri Karaosmanoğlu; mütareke yıllarında, Milli Mücadele’yi desteklemek için İkdâm gazetesinde kaleme aldığı milliyetçi yazılarını 3 cilt halinde Ergenekon adında toplamıştır.
Bu bakımdan Ergenekon; bir milletin darda kaldığını, zorda bırakıldığını gösterir. Ama Ergenekon, aynı zamanda, bir küçük vadide kalan Türk’ün, 96 yıl çabalayıp kendini bulduğu ve çok şanlı bir geleceğe açıldığı için, şerefli bir isimdir. Türk’ün madene, tekniğe, silaha hâkimiyetini ve milli iradesini de simgeleyen Ergenekon denen yurttan, demirden dağlar eritilerek geçit açılıp cendereden çıkmasıdır. Üstün silahlar yaparak Altaylar’dan inip tekrar var olmasıdır.
Demir Dağları’ndaki geçidi, Bumin Kağan’a, yanında at süren kardeşi İstemi Kağan’a, dişi bozkurt (Asena) göstermiş ve onlara rehberlik etmiştir. Ergenekon Destanımız; Türklerin yüzyıllarca çift sürerek, av avlayarak, maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları, etrafı aşılmaz dağlarla çevrili kutsal topraklarının öyküsüdür. Destan’ın önemli bir noktası Türklerin demircilik geleneğidir. Madeni işlemek, demirden ve en iyi çelikten silahlar yapmak, eski Türklerin doğal sanatı ve övüncü idi.
TARİHÇİ REŞİDEDDİN’İN SAPTAMASI
Günümüzde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan “altın simlerle” dokunan elbise, Türklerin bir başka övünç kaynağı olsa gerek.
Ergenekon Destanı ilk kez, Cengiz Han’ın kurmuş olduğu Türk-Moğol Devleti’nin tarihçisi Reşideddin tarafından saptanmıştır. 14. yüzyılda Reşideddin Hamedani’nin kaleme aldığı “Câmi üt-Tevârih” adlı eserinde, destanı ile ilgili geniş bilgiler vermektedir. Ayrıca, Hive Hanı Ebulgazi Bahadır Han’ın 17.yy.’da yazmış bulunduğu “Şecere-Türk” (Türkler’in Soy Kütüğü) adlı esere de kaydedilmiştir.
Ergenekon Destanı, bugün Türk Milleti’nin dünyaya nasıl yayıldığını ve çeşitli coğrafyalarda nasıl hükmettiğinin anlatan ve bugün de Bütün Türk Dünyasının hep birlikte Nevruz adıyla kutladığı bir bayramdır.
Ergenekon Destanı’nda Bozkurt motifi, öteki Türk destanlarında da olduğu gibi, ön plandadır. Türklere yol göstericilik, kılavuzluk yapmaktadır. Bir rivayete göre Türkler, Ergenekon’dan 9 Martta çıkmışlardır. Başka bir rivayet ise bu tarihi 21 Mart (Nevruz Bayramı) olarak verir. Öyle anlaşılıyor ki, Ergenekon’dan çıkış işlemleri 9 Mart’ta başlamış, 21 Mart’ta da tamamlanmıştır.
Rus tarihçi Gumilev’in tarifine göre, “dik yamaç” anlamını TAŞIYAN Ergenekon’un Altay Dağlarındaki, Beluça dağında olduğundan bahsedilmektedir.
İlk öykü; üç ayrı Çin vakayinamesinde Türklerin türeyiş öyküsü olarak anlatılmıştır. Orta Asya tarihi profesörü Devin DeWeese, bir mağara ya da vadideki tutsaklıktan kurtuluş motifinin Orta Asya halklarınca değişik biçimlerde anlatıldığına dikkat çekerek, Türkler ile Moğollar arasında benzer öykülerin anlatılmasının olağan olduğunu belirtir. Fuat Köprülü de, Cengiz Han’ın soyunda var olan Türk kökenli aile nedeniyle, Ergenekon destanında bahsedilen Moğollar aslında Oğuzlardır. Reşidüddin Hamedani ve Ebul Gazi Bahadır Han’ın hikâyelerindeki benzerliğin nedeni de budur.
– TARİHÎ KAYNAKLAR
MS VI. yüzyılın ikinci yarısı ve VII. yüzyıl başı arasındaki dönemde yazılmış Çin vakayinamelerinde; bir savaş sonucunda kavminin hayatta kalan tek üyesi olan çocuğun, bir kurt tarafından büyütülerek ölümden kurtulması ve soyunu devam ettirmesi anlatılır.
Çin kaynaklarına göre, Göktürkler bu soydan gelmektedir. Bu öykü daha sonra Ergenekon destanı çerçevesinde anlatılmıştır.
Yine VI. yüzyıla ait Çin kaynaklarında Türklerin tutsak kaldıkları bir mağaradan ya da dağlarla çevrili bir vadiden kurtuluşları öyküsü aktarılmaktadır. Ancak bu anlatılarda “Ergenekon” ismi yer almamaktadır.
“Ergenekon’dan Çıkış” öyküsü, XIII. yüzyıl sonunda İlhanlı saray görevlilerinden ReşidüddinHamedani’nin Cami’üt-Tevarihi’nde (cilt I, bölüm I) anlatılmıştır. Ancak bu metinde anlatılan öykünün kahramanı Göktürkler değil, Moğollardır. Bu metinde Ergenekon Vadisi’nden çıkış öyküsü ağırlık taşır, “kurttan doğan çocuk” motifi yer almaz.
– DESTAN’IN ÖZETİ
Moğol ilinde Oğuz Han soyundan İl Han’ın hükümdarlığı sırasında Tatarların hükümdarı Sevinç Han Moğol ülkesine savaş açtı. İl Han’ın idaresindeki orduyu Kırgızlar ve diğer boylardan da yardım alarak yendi. İl Han’ın ülkesindeki herkesi öldürdüler. Yalnız İl Han’ın küçük oğlu Kıyan, eşi Nüküz ve yeğeni ile kaçıp kurtulmayı başardılar. Düşmanın, onları bulamayacağı bir yere gitmeye karar verdiler. Yabanî koyunların yürüdüğü bir yolu izleyerek yüksek bir dağda dar bir geçite vardılar. Bu geçitten geçerek içinde akarsular, pınarlar, çeşitli bitkiler, çayırlar, meyve ağaçları, çeşitli avların bulunduğu bir yere gelince Tanrı’ya şükrettiler ve burada kalmaya karar verdiler. Bu yere “maden yeri” anlamında “Ergene Kon” adını verdiler.
Kıyan ve Nüküz’ün oğulları çoğaldı. Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldılar ki, Ergenekon’a sığamadılar. Atalarının buraya geldikleri geçidin yeri unutulmuştu. Ergenekon’un çevresindeki dağlarda geçit aradılar. Bir demirci, dağın demir kısmı eritilirse yol açılabileceğini söyledi. Demirin bulunduğu yere bir sıra odun, bir sıra kömür dizdiler ve ateşi yaktılar.
Yetmiş yere koydukları yetmiş körükle hep birden körüklediler. Demir eridi, yüklü bir deve geçecek kadar yer açıldı. İl Han’ın soyundan gelen Türkler yeniden güçlenmiş olarak eski yurtlarına döndüler, atalarının intikamını aldılar.
Ergenekon’dan çıktıkları gün olan 21 Mart’ta her yıl bayram yaptılar. Bu bayramda bir demir parçasını kızdırdılar, demir kıpkırmızı olunca önce Hakan, daha sonra beyler demiri örsün diye üstüne koyarak dövdüler. Bugün hem özgürlük hem de bahar bayramı olarak hala kutlanmaktadır.
Bakara Suresi 243’üncü ayeti Ergenekon’dan çıkışı doğrular mealinde:
Türklerin Ergenekon’dan çıkışının 21 Mart’ta, yanı Nevruz günü gerçekleştiği, bu yüzden bayram olarak kabul edildiğine inanılmaktadır. Konuyla ilgili Prof. Dr. Necati Demir, (Ülkü Ocakları Dergisi Mart 2006 sayı 33) yer alan bir yazısında şu bilgilere yer vermiştir:
“Bakara Süresi 243. ayetinin mealli şöyledir:
‘(Ey Resulüm), binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi ki; Allah onlara: ‘Ölün’ dedi de öldüler., sonra onlara hayat verdi. Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütfedicidir. Fakat insanların çoğu şükretmez’
El Gazvinî, ‘Geyhan Şinasi’ adlı eserinde; Abdulsamed İbn-i Ali’den (Abdulsamed İbn-i Ali’ye de dedesi Abdullah İbn-i Abbas anlatmış) şunları nakletmektedir:
‘ Bir gün altın tepsi dolu tatlı ile Hz. Peygamber’in yanına gelirler ve O’na ikram etmek isterler. Hz. Peygamber:
-‘Bunlar nedir?’ diye sorar.
-‘Bunlar Nevruz tatlısıdır’ diye cevap verirler. Hz. Peygamber, bunu duyduktan sonra güler ve “Şimdi hatırladım. Bu, ordunun yeniden Allah’ın emri ile hayata kavuştukları gündür. Bu ordu korkudan kendi barınaklarını terk etmişlerdi. Ondan sonra binlerce oldular. Allah onların ölüm emrini verip de kaç sene sonra yeniden hayata dönmelerini sağlamıştır. Bu, aynı gün, yani yeni gündür” biçiminde açıklamada bulunur.
Ayet ve hadisteki ifadelerden öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamberin hatırladığı ve bağlantı kurduğu Bakara süresinin 243. ayeti olmalıdır. Bütün bunlar da Türeyiş Destanı ve Ergenekon’u hatırlatmaktadır.”
Orta Asya’dan beraberimizde getirdiğimiz, Türk dünyasının en eski ve tek ortak bayramı olan Nevruz/Ergenekon bayramının asıl anlamına uygun kutlanması en büyük temennimizdir.
Nevruz; Türk insanını birbirine kenetleyen, bağlayan, Ergenekon’da atalarımızın ruhlarıyla yanan bir ateştir. Bu ateş, hiç sönmeden binlerce yıl yandı ve gelecekte de yanacak. Kıvılcımlarından binlerce gönlü tutuşturarak “ortak kültür ocağı”nda binlerce ruhu ısıtacaktır. Türk âleminin ‘Nevruz Toy’u kutlu olsun, Nevruz gülleri geleceğe umutlar taşısın.